Bipolar bozukluk yaşayan kişiler ve aileleri durumun farkında değil
Akıl hastalıkları ile ilgili yaşanan problemler ne yazık ki fazla görünür olmasa da birçok insanı etkilemekte. ‘Bipolar bozukluk’ ise son dönemde sıklıkla duymaya başladığımız bir rahatsızlık. Türkiye’de bu bozukluktan etkilenen yaklaşık iki milyon insan olduğu biliniyor.
Tüm bunların ışığında, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi öğretim üyesi ve aynı zamanda Bipolar Yaşam Derneği kurucusu Prof. Dr. Sibel Çakır ile bipolar bozukluğu ve damgalama süreçlerini konuştuk.
Akıl hastalığı ve ruh hastalığı aslında aynı anlamı içeriyor olsa da son zamanlarda psikiyatristler arasında farklı tercihler olduğunu görüyoruz. Siz hangisini tercih ediyorsunuz? İkisi arasında bir fark var mı?
Aslında net olarak son yıllarda biz ‘akıl hastalığı’nı kullanmayı tercih ediyoruz. Fakat aslında ‘akıl hastalığı’ da psikiyatrideki pek çok hastalığı açıklamaya yeterli değil. Çevresel faktörler, çocukluk çağı travmaları ve kişilik özellikleri gibi faktörler pek çok hastalığın nörobiyolojik temelleri ile birleşiyor.
Akıl hastalıklarının tedavisinde de sadece ilaç tedavisi yeterli değil, psikososyal faktörler hem hastalıkların ortaya çıkışlarında hem de iyileşme sürecinde çok önemli bir yer tutuyor. Eğer bir kimyasal bozukluksa bu kimyasal bozukluk düzeldiğinde sorunun düzelmesi gerek. Fakat net olarak bu kimyasal bozukluğu tedavi edemiyoruz.
‘Hastalığın genetik bir geçişi var’
Bipolar bozukluk nedir?
Bir duygudurum bozukluğu olan bipolar bozukluk (eski ismiyle manik depresif hastalık) ya da iki uçlu bozukluk; taşkınlık (mani) ya da çökkünlük (depresyon) dönemlerinin yaşandığı, duygusal ve davranışsal iniş çıkışlarla giden, ara dönemlerde hastaların olağan iyilik hallerine döndükleri fakat bu hastalık dönemlerinin yaşam boyu görülebildiği bir bozukluk.
Bipolar bozukluk 18’li 20’li yaşlarda depresyon dönemleri ile başlama eğiliminde. İlk belirtilerin ortaya çıkmasından sonra yıllar geçebiliyor. Profesyonel gözle bile zaman alabiliyor. Bunu yaşayan kişiler ve aileleri bunun hiç de farkında değiller.
Bize başvuranlar aslında yıllar önce birtakım sorunlar olduğunu ama o zaman bunları çevresel ve stressör faktörlerle açıklamaya çalıştıklarını söylüyorlar.
Hastalığın genetik bir geçişi var ama bu genetik geçiş bazen nesiller boyu sessiz seyredebiliyor. Stres, hızlı yaşam, uykusuzluk gibi bir takım faktörler hastalığı birden bire ortaya çıkarabiliyor.
Kişiler böyle bir durumu bilmedikleri için ve ağırlıklı olarak da depresif dönemlerle başlama eğiliminde olduğu için doğru tanı konana kadar yıllar geçiyor. Antidepresan ilaçlar bipolar bozuklukta ya çok etkili olmuyor ya da birden bire hastalığın mani dönemine (yüksek ruh hali; enerjik, mutlu veya fevri) tetikleyebiliyor.Dolayısıyla daha karmaşık problemlerle karşılaşılabiliyor.
Bipolar bozukluk hemen her toplumda birbirine benzer oranlarda görülüyor. Bölgesel, coğrafi, dini ırksal bir farklılık göstermiyor. Kadınlar daha depresyon eğilimli bipolar bozukluk dönemleri gösteriyorlar. Kadınlara göre erkekler birkaç yıl daha erkenden başlıyor; erkekler biraz daha mani ağırlıklı seyir gösteriyorlar ama her iki cinsiyette de görülüyor.
30 Mart neden ‘Bipolar Bozukluk Farkındalık Günü’ olarak kutlanıyor?
30 Mart aslında bipolar bozukluğa sahip olduğu düşünülen Vincent Van Gogh’un doğum günü.
Van Gogh, erken yaşta bipolar bozukluğun tüm şiddetli hastalık dönemlerini, psikotik ataklarını, intihar girişimlerini, manik ve depresif dönemlerin hepsini gösteren ve bunların da eserlerinde net olarak görüldüğü bir sanatçı. Akıl hastanesine defalarca yattığını bildiğimiz Van Gogh, hayatının inişlerle çıkışlarla dolu olmasına rağmen çok üretkenlik gösterdiği için aslında bipolar bozukluk için çok tipik, bilinen ve önde bir örnek.
Peki sizce bu bozukluğun tedavisinde ailesel ve toplumsal bir destek nasıl bir yer tutuyor?
Ailesel ve toplumsal destek çok önemli. Tedavi edici ekibin önemli bir kısmı ilaç tedavileri ama çoğu zaman bunlar yeterli olmuyor. Bu bozukluğu ortaya çıkaran stresör faktörler, hastalığın atak döneminde ortaya çıkan ciddi çatışmalar, kayıplar, travmatik yaşantılar için destekleyici psikoterapiler ve psikososyal tedaviler gerekli oluyor.
Ama hastanın hekimi ve ilaçları ile barışık olması çok önemli. Ayrıca ailenin yardımı da gerekiyor. Ancak ailenin de zaman zaman tükenmişlik içine girdiğini ve aile içi çatışmalar yaşandığını görüyoruz ama tedavi ekibi birlikte çalışırsa bu çatışmalar da zaman içerisinde çözülüyor.
Peki genel olarak akıl hastalıkları hakkında toplumda yeterli bir bilgi düzeyi olduğunu düşünüyor musunuz?
Türk toplumundan bahsedecek olursak daha ağır bir sorun olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de psikiyatrik hastalıklara karşı daha ciddi ve yoğun bir damgalama hali olduğunu görüyorum. Eğitimli ve entelektüel insanlar arasında da örneğin bipolar bozukluğu yeni duyanlar var. Özellikle bu akıl hastalığı tedavi edilebilir gibi bir bilgi toplumda çok az var.
Ünlülere bakacak olursak ABD’de bipolar bozukluğu olduğunu toplumda itiraf eden çok fazla ünlü var. Biz 2007 yılında Bipolar Bozukluk Yaşam Derneği’ni kurduk. Her şeye rağmen anti-stigma çalışmalarına çok inanan, sessiz bir biçimde buna katılan hasta ve hasta yakınları var fakat zaman içerisinde bu derneğe üye olan insanların damgalanmaktan korktuğu için toplum önünde bunu dile getirmekten çekindiğini gördüm.
O zaman biraz belki damgalama sürecinden biraz bahsedebiliriz. Damgalama süreci tam olarak nasıl işliyor?
Kişiler önce kendi kendini damgalıyorlar. Çoğu zaman kişiler, çevreleri tarafından fark edilirse tamamen dışlanacağından, işini kaybedeceğinden, çevresini kaybedeceğinden veya suçlanacağından korkarak bunu kimseyle paylaşmıyor.
Çoğu zaman kendi kendine de itiraf edemiyor. Daha ağır ilaç kullanması gereken, sürekli hekime gitmesi gereken birisi olmasını kabul etmek çoğu zaman genç bir insan için zor olabiliyor.
Dolayısıyla kişinin önce inkarı, ilaç reddi, hastalık reddi ve doğru düzgün tedavi alamaması ile başlıyor. Böyle bir durumda hastalık belirtileri daha şiddetli ve sık sık yineleyen yüzünü gösteriyor.
Bir kısır döngüye dönüşüyor, çevre de bu sefer daha da büyüyen belirtileri görerek “Aaa bunun bir sorunu var” demeye başlıyor ve kişi daha çok korkup, kaçıp içe kapanıyor. Kısır döngü şeklinde ya da giderek büyüyen bir kartopu şeklinde damgalama artıyor.
Peki toplumsal olarak damgalama büyük sosyal grupların bipolar bozukluk ile ilgili ne düşündükleri nasıl davrandıkları nasıl bir süreçten geçiyor?
Genel olarak böyle bir hastalığı olan kimseyle çalışmayı çoğu kişi çok tercih etmiyor. Özel ilişkiler varsa ve bu toplumdaki kişiler bilgi sahibiyse, evet, başlangıçta destekleyici bir tavır sergiliyorlar. Bazen iyi niyetli de olsa çok koruyucu yaklaşım kişinin kendisini daha da hasta hissetmesine sebep oluyor. Yani aşırı destek aşırı yardım ‘Bir şeyin var’ı çok tekrarlayabiliyor, ‘Sen normal, bizden biri değilsin’ duygusu da yaratabiliyor.
Aslında bunu da çok
yapmamak gerekiyor çünkü bipolar bozukluğu olan kişilerin önemli bir kısmı hastalık dönemleri tekrarlamadıkça uzun iyilik kalma iyi olma hallerini sürdürebilirler ve toplumsal açıdan, sosyal açıdan, akademik başarı, kariyer ve mesleki başarı olarak gayet iyi noktalara gelebilirler.
Peki yapısal damgalamalar mesela kurumsal ilkelerin bu damgalama süreci ile nasıl ilişkisi olabilir?
Türkiye’de koruyucu ruh sağlığı hizmetleri maalesef çok yaygın ve uygulamaya girmiş hizmetler değil. Adli olaylarla karşılaştıklarında genellikle en çok hastaların karşılaştığı sorunlar eş kaybı ve iş kaybı. Yani daha çok zarar görenler bipolar bozukluğu olanlar. Bipolar bozukluğu olduğu için ayrılan boşanan ya da çocuğuna bakamaz kararı verilen kişilerin sorunları ayrı bir dram.
Kişi yıllarca hastalık dönemlerini engelleyecek koruyucu tedaviler alırsa neden çocuğuyla beraber yaşayamasın? Burada kesinlikle kişiye göre karar verilmeli.
Evet, bipolar bozukluğu olan ve şiddetli ataklar yaşayanların çok ciddi ve kritik bazı işleri yapamayacaklarını biliyoruz ama mesela silahlı görevler ya da çok dikkat gerektiren işler ve kritik işlerde olmaları zorlu olabilir.
Maalesef medyada bipolar bozukluk dendiğinde sansasyonel, magazinel ya da şiddet eğilimi olan birkaç vaka görüyoruz. Böyle haberler yayınlanınca, Türkiye’de bu hastalığı yaşayan iki milyona yakın kişi var ve bunların yakınları ile beraber altı milyon kişi kadar oluyor.
Bir uyuşturucu madde kullandığı ve birtakım psikiyatrik problemler yaşadığı için bipolar bozukluk tanısı altında lanse edilen ‘İşte o hastalık! Şiddet gösteren, baba katili yapan o hastalık!’ haberleri çıktı bir kaç yıl önce ve bu altı milyon insan bundan mustarip oldu. Bu çok ciddi, çok karalayıcı ve çok onur kırıcı hastalarımızı çok huzursuz edici bir haberdi.
Peki sizce medyanın nasıl bir rolü olabilir burada?
Aslında hem medya etik ilkeleri hem de Türk Psikiyatri Derneği’nin basında psikiyatrik haberler nasıl verilmeli konulu bir takım maddeleri var. Örneğin, isim verilmemeli, olayın detayları olayla ilgili hikayeleştirilmemeli ve görseller çok olmamalı gibi bir takım etik ilkeler var.
Bunun gibi intihar haberleri de yine ayrı bir etik sorun. İntihar haberleri ergenlik dönemindeki kişiler için teşvik edici etkiler gösterdiği biliniyor bu yüzden bunlar etik ahlaki kurallara uygun biçimde ve reyting kaygısından uzak bir biçimde verilmeli.
Tanınmış bilinen birisinin de benim bipolar bozukluğum var demesi algıyı nasıl değiştiriyor?
Medyada esas ihtiyacımız olan bu. Amerika’da ya da Batı’da ‘Bende bipolar bozukluk var, ben de bunun tedavisini görüyorum. Siz de gidin, tedavi olun’ diyen sanatçılar var. Catherine Zeta-Jones böyle bir açıklama yaptı.
Türkiye’de böyle bir şey maalesef yok. Halk tarafından tanınmış ünlü birinin böyle bir şey söylemesi yüzlerce psikiyatristin, hasta derneğinin ya da sivil toplum kuruluşunun yaptığından daha etkili olabilir.
Bipolar bozukluğun önemli bir yanı da aslında bu kişiler çok yetenekli, birbirinden çok farklı alanlarda üretken ve yaratıcı insanlar. Özellikle sanat bilim alanında çok da başarılı olabilen insanlar. Belki toplumumuzun tavrı başarılı bipolar bozukluğu olanları daha sessizliğe döndürüyor. Başarısızları da bundan haberdar olmadıkları için kendi kabuklarına çekilmiş ümitsiz, utanan tedavi arayışından bile ümidi olmayan ve bilmeyen hastalığı inkar ettiği umutsuz bir noktaya getiriyor.
Peki sizce nasıl bir bilinçlendirme nasıl olmalı?
Öncelikle bir ruh sağlığı yasası olmalı. Ruh sağlığı çalışan herkesin bir arada ve üretken bir biçimde birbirine destek olarak ilerlemesi gerekiyor.
Önemli sorunlarımızdan bir tanesi; Türkiye’de psikiyatriste gitmek. Böyle olduğunda insanlar yaşam koçlarına başka tedavi edici ortamlara kayıyorlar yani kanıta dayalı verilerin çok işlemediği, yan etik dışı, tıp dışı, alternatif bile olamayacak yolları denemeye başlıyorlar.
Ancak doğru noktaları gösteren, kanıta dayalı bilgilerin ışığında bunu yapmak en iyi yol. Böyle bir yasa yürürlüğe konduğunda tedaviyi kötüye kullanan ve kendini şifacı olarak gösterenlerin de sınırlanması çok daha kolay olacaktır.
İnsanlar ne kadar çok bilmezse o kadar çok korkarlar ve inkar ederler ne kadar çok bilirlerse o kadar kolay yönetirler. Dolayısıyla daha çok bilinçlendirmeye ihtiyacımız var.
Uzman psikolog