Yurt Dediğin
Dönmek için saatleri saydığım Amerika-İstanbul yolculuğuna, telefon şarjının bitme olasılığına karşı, çantama attığım yedek ipodla başladım. Kongre tamamlanmış, alanda yeni projeler, araştırmalar öğrenilmiş, planlar yapılmış, bağlantılar sağlanmış, tamamlanması gereken işler seyahat aralarına sıkıştırılıp gönderilmişti. Pek çok yönden buruk ve heyecansız bir kongre idi 10. Uluslararası Bipolar Bozukluklar Derneği (ISBD) Kongresi. Yıllarca yapıldığı şehirden, Miami gibi hamam sıcağı turistik bir yere alınmış, bu yıl bana heyecan veren yeni gelişme, araştırma pek çıkmamış, alandaki dinozorların yenilere yer vermeyen muhafazakar tutumu değişmemişti. Yine de kongreyi buruk ve ruhsuz yapan en önemli neden, ülkede yer yerinden oynarken benim ve bir kaç meslektaşımın bedensel olarak burada bulunmamızdı. Aklımız sürekli Türkiye’de, parmaklarımız telefonda idi. Konuşmak, paylaşmak kongreyi daha katlanır kılıyordu. Yabancı meslektaşlar da neler olduğunu soruyor, teselli etmeye, iyi temennilerde bulunmaya çalışıyorlardı ama bizi ancak biz anlardık. Aslında biz bile anlamıyorduk artık.
Bolluk içindeki kongre salonları, Miami caddeleri, restoranları, mağazaları yıllardır Amerika’da hep hissettiğim garip koku ile doluydu yine. Amerika’nın dünya üzerinde bitmeyen iştahını simgeleyen dolu, kocaman yemek tabakları, şişman insanları garip bir yağ kokusuyla özdeşleşmişti bende. İştahım yine azalmıştı. Bolluk içindeki yokluğu mu simgeliyordu bu anlamlandıramadığım koku bilmiyorum. Karaktersiz caddelerde Güney Amerikadan, Afrikadan, kuzeyden, her yerden gelmiş, çılgınca bir çabayla Amerikalı olma çabası gösteren insanlar. Nezaket gibi görünen ama sanki plastikleşmiş selamlaşmalar. Her Amerika’ya gelişimde, hatta burada yaşarken hissettiğim havaya yapışmış o ağır yağ kokusu. Bu garip kokunun benim ruh halimin uydurduğu, sübjektif bir algı olduğundan eminim. Bir sürü sübjektif yaşantı ile uğraşan psikiyatri literatürlerine dalmadan, açıklama aramadan bu deneyim ve hislerimin peşine düşüyorum mazoşistçe.
Neydi bu bolluk, refah toplumunu pek çok meslektaşım gibi benimseyip, bundan sonra memleket olarak kabul edemememin sebebi? Yurtdışına yerleşmek için mesleki ve duygusal nedenlerle bir kaç kez yol ayrımına gelmiş, kesinlikle yurtta kalmayı tercih etmiştim. Ülke değil, yurt. Şimdi son olaylarla üzülen, sinirlenen ve yurttan soğuduğunu söyleyen yakınlarımı aksi sözlerle yatıştırmaya çalışmıştım ama kendime de bir açıklama yapmam gerekiyordu. Neydi, ne olursa olsun, benim gibi milliyetçi olmayan, evrensel kültürü, normları benimsemiş birini böyle bağlayan vatana. Nasıl bir sevgiydi ki bu. Bazen yurt dışına çıkıp nefes alır, kendi sistemsizliğimizden, onlarca eleştirdiğim, kızdığım şeyden dem vururum. Ama sevdiklerimden bağımsız- bir an önce yurda dönmek ister anlaşılmaz çocuk tavrım. Oysa yabancı arkadaşlarımı şaşırtacak kadar dünyalı bir kimlikteydim. Yurtdışında bitmek bilmez bir merakla, yerel kültür ve yaşama biçimine nüfuz etmek isterim.
Yolculuğun ilk dakikalarında ipoddan Ayten Alpman’ın sesini duymamla zihnim ve sorgulamalarım başka boyut kazandı, aydınlandı sanki. 6 yıl önce indirilmiş şarkılardı ve bir kaç yıl önce bu müthiş sesin sahibi hayatını kaybetti. Her parça beni benden alıyor, yıllar önce söylenen “ her yaşın ayrı güzelliği var”, gerçekten her yaşın sorgularını güzelleştiriyordu. “Erkekler ağlamaz, sil göz yaşını…insanız unutma ” boğazımın düğümlenmesine neden oldu. Aklıma Kanadalı bir arkadaşıma çok sevdiğim “Gamzedeyim deva bulmam…” parçasını tercüme ederken ki anlamsızlık geldi. Benim için ne anlama geldiğini hiçbir zaman anlayamayacaktı. Tıpkı vatanı vatan yapan şey, sadece orada yaşayanların bildiği ve üzerine yaşanmışlıklar koyarak zincirin sürmesi olduğu gibi. Amerika’ya yerleşen bir Türk mimarın “ Giderken iki ülkemiz olsun demiştik, şimdi hiç ülkemiz yok, nereliyiz bilmiyorum” sözündeki hüznü hatırladım. Miras aldığın, doğduğun kadar, emek verdiğin yerdir vatan. Sadece senin değil, anne babanın, dedelerinin, atalarının emek ve fedakarlığının eklemlendiği yer. Anadolu insanının nedenini sorgulamadan, emeğini ve kendini karşılıksızca yurdu için feda etmesi gözlerimi yaşartır hep. Geçen hafta sık sık olduğu gibi. Çanakkale şehitliğinde, içiniz ürpermiş, tüyleriniz diken diken olmuştur sizin de. İşte orada nasıl bir miras aldığınızı anlarsınız.
Çok dilli, çok kültürlü, çok uluslu olmanın mutlak zenginleştirici tarafları var. Amin Maalouf bunu çok hoş anlatır. Değişik şartlar karşısında göç etmiş, hayatta başarılı ve mutlu olmuş, eksik değil zengin hisseden insanlara, arkadaşlarıma rağmen benim gerçekliğim duygusal bağlarım farklı oldu vatanla. Yurtsuz, köksüz, kimliksiz hissetmek, epey ıstıraplı bir yara gibidir iyileşmeyen. İnsanın soyunu devam ettirmesi, çocuk dünyaya getirip genetik mirasını bayrak yarışı gibi aktarması yaşamın kanunu. Fakat kültürel ve manevi miras var bir de, yazılı olmayan anayasa misali. Eğer bunları yoğun olarak hissediyorsam tekrar, bir anlamı olmalı. Bu yurt ve bu miras için daha çok şey yapmalıyım. Varsın anlamayan, iyi niyetli olmayanlar olsun. Davranış biçimimizi onlara göre mi belirleyeceğiz? Bizden öncekilerin bir an bile tereddüt etmediği noktalara takılma lüksümüz yok.
Ayten Alpman, arkadaş şarkısında caz kurallarıyla eğittiği gırtlağıyla gardaş deyişinin garipliğini fark etmiş gibiydi. Kim bilir ben de evrensel değerler, değişen dünya deyip dururken ne gururlu bir Türk olduğumu fark etmeliyim artık. Başka yurt yok, onu tereddütsüz daha bir yurt yapmalı.