Hayat Mecmuası
MUSTAFA VE KUBİLAY’A
İlkokul 3.sınıfa geçmiştik, yaz tatiliydi, tatil kitapları, geç uyanmalar, oyunlar
Sıcak yaz günlerinden birinde feci bir trafik kazasını, birinin ezildiği haberini konuşuyordu büyükler. Ölen bizim sınıftaki Mustafa imiş! Nasıl olur dedim, Mustafa nasıl ölür? Biz daha çocuğuz, çocuklar ölmez ki, yaşlılar ölür. O yaşıma kadar iki ölüm görmüştüm, biri babaannemin anneannesiydi yani acayip yaşlı biri, heryerinden çok yaşlı olduğu belliydi. Sanki yüzyıllardır köşesinde o yaşlı haliyle oturuyordu. Bir kaç yıl sonra da babamın dedesi öldü, Yusuf dede. O kadar yaşlı değildi, yüzünde daha az kırışık vardı ve yürüyebiliyordu en azından. Çarşıya çıkabiliyor, çikolata getirebiliyordu. Benden 5 yaş küçük kardeşim ona bakarak ilk kelimelerini konuşmuştu; de de
Anlamlı mıydı, tesadüfen annemler mi anlam uydurmuşlardı bilmiyorum. Bense 1.5 yaşında bir bebeğin aslında çikolata için heyecanlandığını düşünecek kadar kızgın bir çocukluğa adım atıyordum. Evet üzücü de olsa o iyi dede ölmüştü, onu anlamıştım ama 8 yaşında bir çocuk Mustafa nasıl ölürdü? Babalarımız arkadaştı, Mustafa ve ben sınıfın en çalışkan iki çocuğuyduk. 1.sınıfın yaz tatili sonunda Mustafa’nın değişip değişmediğini, boyunun uzayıp uzamadığını, aralıklı dişlerinin yerinde durup durmadığını, neler öğrendiğini, neler okuduğunu merak etmiştim. Şimdi yine yaz tatiliydi ve benim bu saydığım meraklarıma cevap vermek için uğraşması gerekiyorken
o ölmüştü, öl-müş-tü! Anlamıyordum ölümü ve onun ölmesini. Çok saçmaydı, yüzünde hiç kırışığı olmayan bir çocuğun ölmesi. Ama dediler ki, Mustafa diğer çocuklarla şımarmış -halbuki hiç şımarık değildi- kasabada bir traktör arabasının arkasına abanmışlar, sonra onun eli kaymış
Yapmaması gereken bir şeyi yapmış yani. Ölüm yine yaşlılar için, Mustafa’nın ki kendi hatası. Konuşulanlardan ölümün bir mantığının olduğunu çıkarmaya çalışıyordum, evet Mustafa çok yanlış bir şey yapmıştı, ölüm yaşlılar içindi yine.
Tatil bitip okul açıldığında geçen yıl ki gibi heyecanlı değildim, merak edecek bir şey kalmamıştı artık. Mustafa’nın oturduğu ön sıraya baktım bir kaç gün, sınıftan başka biri oturmaya başlamıştı. Sonra kuzenim Mehmet ile notlarımızı yarıştırmaya başladık. Ama bence Mustafa Mehmet’ten daha akıllıydı, belki benden bile. İlkokul sonu sınav sonuçlarında Mustafa’yı düşündüm ve sonraki büyük sınavların hepsinde. Annesini gördüm bir kaç kez, gözleri buğulandı mı beni görünce, ben mi uydurdum bilmiyorum. Yüzüne bakamadığımı, köşe bucak saklandığımı hatırlıyorum. Mustafa’yı hatırlatmaktan mı korktum, hakkım olmayan bir yaşamı sürmenin – çünkü o benden iyi olabilir di ve ölmüştü- suçluluğu muydu netleştiremiyorum. Ölümü anlamasam da çocuğu ölen bir annenin büyük acısını derinden hissetmiştim.
Ortaokul başlarında babamın babaannesi öldü. O da yaşlıydı, yerinden fazla kalkmıyordu, evdekilerle kavgalıydı ama beni, bir şeyler anlatmayı çok severdi. Kurtuluş Savaşı’nı ve Atatürk’ü görmüştü, merakla dinlerdim yaşlı arkadaşımı. Bu ölümü de anladım ve büyüklerin ölümün herkesin başına geleceğini söylemelerini de. O zaman annemi, babamı ve kardeşimin ölümünü düşündüm, korktum. Kendi ölümümden değildi nedense. Ne kadar üzüleceğim duygusuyla geceleri uyuyamıyor, hem düşünmemeye çalışıyor hem de nasıl daha az üzücü bir ölüm olur diye yol arıyordum. En iyisi hepimizin aynı anda ölmesiydi. Çünkü kim önce ölse diğerleri çok üzülecekti. Herkesin aynı anda öleceği durumlar; trafik kazası, doğal afetler bir çözüm olabilirdi. Bu fikri anneme söylediğimde bunun haksızlık olduğunu, kardeşim ve benim onlardan daha uzun yaşamımız gerektiğini söyledi. Benimki kısa olabilirdi yeter ki daha az üzüleyim ama kardeşim için haksızlıktı gerçekten, vazgeçtim bu da feciydi. Bir çıkmazdaydım, daha az acılı bir yol bulamıyordum, ara ara bir kaç yıl daha düşünüp pes ettim.
Sonra daha fazla ölümler yaşadım, duydum, üzüldüm ve alıştım. Düşünmelerin sonunun çıkmaz olduğunu erken yaşlarda deneyimlediğimden sonraki yıllarda, varoluş, ahiret, ölüm felsefesi gibi konularla ilgilenmekten kaçındım.
Sonra da meslek gereği ölüm, intihar üzerine ne çok okuduk, çalıştık, paylaştık. Yine de o çocukluğumdaki kaçınmanın izi hep kaldı. Pek gönüllü olmadım bu konuda çalışmaya. Belki de bu kaçınmam nedeniyle izlediğim hastalarda, derslerde, vizit ve süpervizyonlarda bir psikiyatrın alması gereken tedbirleri ve hassasiyeti azami düzeyde tuttum. Yas reaksiyonu yaşayan kişilere, bir hekim olarak ne yapılması, nasıl davranılması gerektiğini öğrendim. Gayet iyi idare ettim ya da öyle olduğumu düşündüm. İlk yıl asistanı iken acil nöbetinde yakınını kaybedip bayılan, ağlama krizleri olan bir kişiye müdahalemden çok etkilendiğini ve iyi olduğumu söyledi kıdemlim. Yine bir nöbette benzer durumdaki yaklaşımdan yararlanan biri aylar sonra beni bularak, eskiden terapiye inanmadığını ama şimdi başka bir konuda bana terapiye gelmek istediğini söylüyordu. Ölüm karşısında direksiyonda idim ve o üzerimize son sürat gelse de yolcuları iyi taşıdığımı sanıyor, yalayıp geçebiliyordum. Ölüm korkunçtu ama ben de bu tehlikeli oyunu oynayabiliyordum sanki.
Mesleki gerekleri bir kenara bırakırsak, yaşam içinde ölüme karşı azami tedbir alınması hazzın da asgari düzeyde kalmasıyla ilişkili aslında. Ölüm için daha az acıtıcı çareler düşünen çocuk, evrenin gerçekliği karşısında majik düşüncesinin arkasına ne kadar sığınabilirdi ki?
“Biz daha çocuğuz ölemez o” cümlesini yıllar sonra bugün sevgili Kubilay’ın ölüm haberini aldığımda hatırladım. Artık çocuk değiliz ama daha önemli gerçek, ölümün neden ve mantık aramadan yaşam kadar yoğun kol gezmesiydi atmosferde. Çoğu kez gözümüzü kapasak, anlam ve neden elbiseleri giydirmeye çalışsak ta, çocukluğumdakinden bile daha acı biçimde karşımızda ölüm. Yalın, çıplak, çok gerçek duruyor ve oyun oynamama izin vermiyor artık.
Uzmanlık eğitimine birlikte başladık ben, Kubilay ve diğer 4 arkadaş. O hekimlikte hepimizden kıdemli idi ama hiç öğreten adam edası takınmadı, şımarıklığımızı, ukalalığımızı taşıdı. İlk aylarda serviste her gün olay çıkaran onun borderline bir hastasını devraldığımda, hastanın bu manipulatif yanlarını çok beslediğini söyleyip, doktorculuk heveslisi bir saf dillilikle eleştirmiştim onu. Oysa benim taviz sandığım şey onun tevazusu ve tecrübesiydi. Benim gibi şiir severdi, ince espriler yapar, akılcı saptamalarda bulunurdu. Soğukkanlı görünür ama içten içe çalkalanırdı. Benim iddialı,inatçı ve savaşçı tarzıma karşın o barışçı ve kaderci idi. Paranoid ve erotomanik hezeyanları olan bir hastası çantasından çıkardığı enjektörü aniden ona batırdığında, biz ondan daha çok endişelenmiştik virüs kapabilir diye.
Hastalığını bir ay önce duydum, dört beş yıldır görüşememiştik. Bir çocuğu olmuştu ve keyfinin yerinde olduğunu biliyordum. Hastalığı ilerlemişti, ona ne diyeceğimi, belki de kendime ne diyeceğimi bilmiyordum. Ölüm bu sefer benim kuşağıma, bu sefer şımarıklık ve hata yapmayan bir arkadaşıma yaklaşmıştı ve ben oyunlarımdan sıyrılıp duvara tosladığımı hissediyordum. Aradan geçen yıllarda ölümün açıklaması olmadığını anlamıştım ama güvenli bir pozisyondan bakıyordum ona. Bu son tehdit karşısında biraz ukala, biraz realist, biraz savaşçı tavrım işlevini yitirmiş, anlamsızlaşmıştı. Kubilay’ın içten içe huzursuz ama tevazu gösteren tavrını hayal ettiğimde kötü hissediyor, içim eziliyordu. Bir kaç hafta önce Ahmet ve Saltuk’la konuştum hastalığı hakkında. Sanki onun ne durumda olduğunu anlarsam işine yarayacak bir şeyler pişirip söyleyebilirdim ziyarete gittiğimde. Oya’yla bir kaç haftadır sözleşiyorduk, birbirimizin varlığından güç alarak görecektik onu. Dün yine telefonlaştık ve bayram, yani bugün en iyi zamandı. Kapıdan çıkarken ölüm haberi geldi.
Biz daha çocuğuz kalkanı düşünce, profesyonellik elbisemin koruması altında idare ettim bir süre. Ama artık ölüm ne yaşlıların, ne hata yapan dikkatsizlerin, ne hastalarımın, ne şanssızların, ne de gencecik şehitlerin başına geliyor sadece. Büyümüşüz ve ölebiliyoruz zamansızca. Mustafa ve Kubilay’ı sevgiyle anıyorum.